Farklı Bakış Açısıyla Köy Enstitüleri
Farklı Bakış Açısıyla Köy Enstitüleri
Geçtiğimiz günlerde 81. Kuruluş yılı "eğitim/eğitimci kimlikli" çevreler ve bu felsefeye gönül vermiş aydınlar, akademisyenler tarafından kutlanan Köy Enstitüleri hakkında çok şeyin yazıldığını biliyoruz. Cumhuriyetin aydınlık ve anlamlı yüzü olan bu kurumların neden ne için ve hangi şartları yok etmek için oluştuğunu konuşmak gerektiği düşüncesindeyim. İdeolojik saplantılardan arınarak olaya objektif bir bakış açısıyla yaklaşımda bulunmak gerekiyor, bunu yapmaya çalışacağız.
Cumhuriyet inkılâbının Türk halkına getirdiği en önemli yeniliklerden ikisi üzerinde durmak ve bu yeniliklerin neye ne için ve hangi bilimsel verilere dayandığını tartışmak bu yazının ana amacı olacaktır. Bunlardan ilki ümmi bir toplumu eğitmek, ikincisi yine bu ümmi ama hastalıklı toplumu sağlıklı hale getirmek...
Bunlar nasıl başarıldı ve Köy Enstitülerinin bu iki temel yenilikteki rolleri neydi, bunlar tartışılacak. Osmanlıdan cumhuriyete kalan enkaz mirasın üzerine inşa edilen çağdaş Türkiye'nin ihtiyacı olan kurumlar, çok boyutlu ve çok katılımlı düşünmeyi, ortaklaşa üretmeyi ve her düzeydeki yeni bilgiyi paylaşmayı amaçlayan kurumların oluşturulması... Bunların başında eğitimli düşünen ve üreten insan yetiştirme merkezli kurumlar olan Köy Enstitüleri...
***
Nasıl Bir Türkiye Vardı?
Osmanlı Devletinden cumhuriyete kalan mirasın ne olduğunu anlamak için aşağıda vereceğim rakamlar ve oranlar durumu net açıklamaktadır. Henüz İstiklal Savaşı devam ederken Anadolu'nun durumu içler acısıdır. Büyük çoğunluğu eğitimden ve sağlık şartlarından mahrum 12 milyon kadar nüfusun 11 milyon insanı köyde yaşıyordu. İster köyde ister şehirde yaşasın kadın "insandan sayılmıyordu" Yani kadın, insan değildi. Osmanlı nüfus sayımı yaparken kadını, kız çocuklarını saymıyordu yani insan yerine koymuyordu.
Anadolu'nun coğrafi yüzeyine serpilmiş büyük kısmına ulaşılmayan 40 bin köyün 38 bininde ne okul ne yol ne elektrik ne telefon ne de sağlık ocağı vardı.
Tarımı köylü kara sabanla, sarı öküzle, bulunmazsa ebeveynlerden biri öküze denk getirilerek öylece tarlasını sürerdi. Traktörün kendisi değil adı bilinmiyordu köylük yerinde.
Taşıma aracı merkep, katır en makbul olanlarıydı. Arazisi kısmen düzlükse ve patikadan bozma el yapımı bir yol varsa oralarda Hititlerden kalma kağnı kullanılırdı. Köylünün katık ve iş gücü aracı olan sığırları kıran sığır vebası yaklaşık 4-5 bin köyde hayvanları kırıyordu. Telef olan hayvanların derisinden çarık, murdar olmayan hayvanın etini nimet bilip yerken vebaya yakalanan insanlar da ölüyordu.
Şehirlerde yaşayanların gidebileceği ne tiyatro sahnesi ne müzik holü ne resim ne heykel atölyesi ne de spor salonları vardı.
Ören yerlerinde yapılan arkeolojik kazılardan çıkarılan eserler arasında altın-gümüş gibi eşyalar çıkarsa onlardan bir miktar padişaha verilmek şartıyla her türlü kazı yapılabiliyordu, çıkan diğer tarihi eserler padişahların fermanıyla kazıcılara "hediye" olarak veriliyor ve gemilerle, trenlerle Avrupa müzelerine taşınıyordu. Kısaca Anadolu'nun tarihi varlıkları padişahların izniyle yabancılar tarafından talan ediliyordu. Bugün Paris'teki Leur Müzesin, Berlin Müzesini, İngiltere'nin bazı büyük müzelerini gezdiğinizde sergilenen bazı tarihi eserlerin Anadolu'dan olduğunu görürsünüz.
***
Ekonomik Durum
Anadolu'nun üç tarafı denizlerle çevriliydi ancak ticaretin yapıldığı çok az sayıdaki limanlar, yeraltı kaynakları, demiryolları yabancılara aitti. Çünkü Osmanlı padişahları saraylarında keyif sürsünler diye sürekli borçlanmış borcu ödeyemeyince de milletin malı olan varlıklar yabancılara rehin verilmişti. Ticareti yine yabancılar ve gayrimüslimler yapıyordu, ticarette dolaşan sermayenin ancak %10-15’i kadarı Türklere aitti.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan yalnızca dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri… “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras” listesinde 85 milyon lira (600 ton altın) borç kalmıştı. Mazotla çalışan motorların ürettiği elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Otomobil sayısı çoğu dolma tekerlekli olmak üzere toplam 1500 kadardı…
***
Sosyal Hayatta Kargaşa
Osmanlıdan cumhuriyete kalan bir diğer miras ise kullanılan çok farklı zaman birimleriydi. Örneğin farklı takvimler ve farklı zaman ölçer saat sistemler vardı. Kimileri güneş batarken "grubi" saati esas alıyor, güneşin battığı anı saat:12.00 kabul ediyorken kimi de güneşin tümüyle battığı "ezani" saati esas alıyordu. Birileri de "zevali" saati kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı saat: 12.00 kabul ediyordu (Bu konuyu İ. Ortaylı ve Y. Özdil de yazılarında işlediler). “Saat kaç birader?” Diye sorulduğunda, her kese göre bir cevap vardı. Tıpkı her Moğol'a göre bir yol olduğu hikâyesindeki gibi (Bakınız: Teker İzinde Ötüken kitabımıza).
İnsan ömründen geçen her günü temsil eden takvim yaprağı hakkında çok çeşitlilik vardı. Örneğin kimisi Peygamber'in Mekke'den Medine'ye seyahat tarihini esas alan "Hicri takvim" kullanıyorken kimisi de "Rumi takvim" kullanıyordu. Bu farklılığa bağlı olarak kimi vatandaş kendini Şubat ayında sayarken kimi de Aralık ayındaydı! Aslında herkes aynı zaman dilimini yaşıyordu fakat farklı aylarda, farklı saatlerde yaşıyordu!
***
Ticarette kullanılan ölçü birimleri de farklıydı. Örneğin bakkala gittiğinizde karşınıza dirhem, okka, çeki ağırlık ölçüleri çıkardı. Sattığın mala göre ağırlık ölçüsü de değişirdi. Altın mı satıyorsun "dirhem", buğday mı satıyorsun, "çeki", şeker mi satıyorsun "okka" olarak ölçmen gerekiyordu. Uzunluk, uzaklık ölçüleri de farklıydı. "Arşın", "kulaç", "fersah" uzunluk, uzaklık ölçü birimleri kullanılıyordu. Ticarette kullanılan tüm ölçü birimler ile dünyanın kullandıkları arsında uyumsuzluk had safhadaydı. Ortaçağdan kalma ölçüm birimleri ne iç piyasayla ne de dünya ticaretiyle uyumluydu.
***
Ümmi Toplum
Toplumun okur-yazarlık düzeyi tam anlamıyla bir felaketti. Osmanlıya göre birey, insan sayılan erkeklerin sadece yüzde yedisi (% 7), yine Osmanlıya göre birey, insan sayılmayan kadınlarda okur-yazarlık düzeyi sadece binde 4 (%04) idi. (İ.Ortaylıya göre bu oranlar yuvarlak olarak %5E ve %05K). Erkeklerdeki okuryazar olanların çoğu ordu kaynaklı subaylar ve gayrimüslimlerdi. Kadınlara gelince yine bu oranın büyük bir kısmını gayrimüslim kadınlar olduğu bilinirdi çünkü Osmanlıda egemen olan zihniyete göre, dini taassup nedeniyle kadın "şeytan" olarak niteleniyor, onun okuryazar olması "toplumu bozacağı" varsayım anlayışı egemendi.
Okul çağına gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Bu üçün tamamı köylük yerinde kız çocuklarıydı.
Ülkenin tüm şehirleri ve köylerinde var olan toplam ilkokul sayısı sadece 4894 idi. Şehirlerde var olan ortaokul sayısı 72, lise sayısı ise 23 kadardı. Köylerde ortaokul-lise gibi kurumlar zaten yoktu. Ülkedeki liselerin tümünde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Bunların bir kısmı da devamsızdı, eğitim ve öğretim süresini doldurmadan ya okuldan alınıyor ya da kocaya veriliyordu. Unutmayalım ki lise düzeyindeki bu okulların bir kısmı ya misyoner okulları ya da farklı devletlerin adlarıyla anılan okullardı. Örneğin Amerikan koleji, Fransız koleji gibi... Kayseri Talas'ta, Harput'ta, Tarsus'ta, Şebinkarahisar'da, İstanbul'da olduğu gibi... Bu kolejlerde görevli öğretmenlerin tamamına yakını misyonerdi!
Devletin okullarında görevli öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik diploması, pedagojik eğitimi yoktu.
"Eğitmen" diye tabir edilen okuryazar ve dört işlem hesap bilen insanlar "öğretmenlik" yapıyordu.
Üniversite mi?
Sadece İstanbul'da tek üniversite vardı ki o da medreseden biraz iyi düzeyde olan "darülfünun" adıyla anılıyordu. Pozitif bilimlerden çok dini, mistik, tasavvufi konuların işlendiği dersler programda yer alıyordu.
Gökbilimle (astronomi) ilgilenen "kâfir" sayılıyordu. Bir zamanlar İstanbul Tophane'de kurulan rasathanede "...gökteki meleklerin cinsel organları seyrediliyor, Tanrı'nın işine karışılıyor, semadaki perde yırtılıyor.." gerekçesiyle şeyhülislam tarafından çıkarılan fetva gereğince dönemin padişahının emriyle rasathane top ateşine tutularak yerle bir ediliyordu! Ona göre ülkedeki bilimsel düşünceyi ve anlayışı tahmin edebilirsiniz...
Tarihçilere göre Osmanlının kuruluş tarihi değişken olsa da genel kabul gören imparatorluğun yaşam süresi 620 senedir. Bu süre zarfında Osmanlının resmi devlet dilinin özü Türkçe olmasına karşın yüzyıllar boyunca Türkçeyi bozmak için ellerinden geleni yapmışlar.
Türkçeye Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler katarak "Osmanlıca" demişler. Devletin yazışmalarında, resmi dilinde kullanılan kelimelerin sadece %5 kadarı Türkçe olduğunu dil bilimciler söylüyor.
Arap alfabesi kullanılıyordu, Arap kültür emperyalizmi devlet eliyle uygulanıyordu!..
***
Şu ifadeleri çokça duyuldu hem yazılı metinlerde hem sözlü görsel medya programlarında... Bu konuda seri yazılar da yazdım. “...Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahil kaldık. Dedelerimizin mezar taşlarını bile okuyamıyoruz..." diyenlerden başka bazıları da kendi cinsini beğenmemiş olmalılar ki "...Harf devrimiyle köpekleştirildik...” deme sapkınlığını bile gösterdiler!..
Bre Allah'ın cahili, bir Macar devşirmesi olan "İbrahim Müteferrika" matbaayı Osmanlı ülkesine getirdiği tarihten başlayarak Osmanlının tarihteki raflarda yerini aldığı 1918 tarihine kadar geçen zaman 150 yıldan fazla zamandır. Bu zaman zarfında basılan toplam kitap sayısı sadece 417 adettir. Hâlbuki Gutenberg’in ilk matbaasından sonra, yani 1453’ten 1850’ye kadar 400 yılda Avrupa’da 8 milyon kitap basılmıştı (Ortaylı,2021).
Ünlü Fransız düşünür Voltaire, şu ifadeyi kullanıyor: "İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan daha azdır!"
Neymiş efendim, adam bir gecede "cahil" bırakılmış! Dedesinin mezar taşını okuyamıyormuş!
Bre Allah'ın cahili sen zaten cahildin %7'lik okuryazar oranının bir kısmı sadece okurdu yazamazdı. Yere göğe sığdıramadığın o muhterem padişahlar sana bu halleri uygun görmüşler... Haddini aşarak cumhuriyetin kazanımlarına, harf devrimine "laf" edersin!
Hayatında eline okuldaki ders kitabından başka kitap almamış, bir resim, heykel galerisine, müzik holüne, kütüphaneye, müzeye gitmemiş Allahın cahili kalkıp cumhuriyete, onu kuran iradeye laf söylüyor!
Sen önce adam değil insan ol!
Sahip olduklarının kimin/kimlerin sayesinde olduğunu bir nebzecik de olsa düşün. Önce adının Dimitri, Yorgo olmadığına şükret!
***
Sağlıksız Toplum
Sağlıksız bir toplum var. Toplumda yaygın olan hastalıkların başında sıtma (iki milyon sıtmalı), frengi (1 milyon frengili), trahom (3 milyon trahomlu) hastalıklı insanın yanı sıra sayıları tam belli olmayan ve toplumda yaygın olan verem, tifüs, tifo salgını her yerdeydi... Doğan her beş bebekten biri yaşını doldurmadan ölüyordu. Toplumda birileri 50 yaşına vardığında "yaşlı-ihtiyar" sayılırdı ortalama yaşam süresi 40 yılı geçmezdi.
Anadolu'da tıbbiyeyi bitirip sağlık hizmeti veren doktorların sayısı toplam 337, eğitimli ebe sayısı 136, eczacı sayısı 60 idi. Diplomalı diş hekimi hiç yoktu çünkü okulu yoktu. Bunların hepsi sadece şehirlerdeydi. Böyle bir sağlıksız, hastalıklı toplum Osmanlıdan Cumhuriyete miras olarak kalmıştı. Böyle bir tabloya Köy Enstitüleri nasıl çare olacaktı, onu da sonraki yazılarda okuyacaksınız.
***
Köy Enstitülerinin kuruluşu ve amaçları ile karşı gelenlerin ve kapatanların hareket noktası salt "ideolojileri" olmadığını düşünerek konuyu tartıştığımızda işin çok boyutlu potansiyeller içerdiğini görürüz. İdeolojik bakış açısıyla konuya yaklaşırsak, isteseniz de istemeseniz de "taraflı bakış" konumuna kayarsınız. Bu bağlamda yazar ve okuyucu olarak kendimize bir sınır çizersek, belli kalıplar arasına koyarsak ya da tek bakış açısını kullanırsak gerçeği tam olarak görme şansımızı kaybederiz. Bu sebeple Köy Enstitülerine etkin olan bir gerçek olay olarak bakmak ve öyle değerlendirmek gerekir. Bunu yapmaya çalışalım.
Köy Enstitüsü denilince ne anlama gelir diye bir soru sorulsa vereceğimiz yanıt, başını sonunu eğip bükmeden 'salt bir eğitim olgusudur' demek gerekir.
Konuya hem eğitim tarihi hem de siyasal açıdan yaklaştığımızda, konunun bilimsel verilere dayalı olarak analizinin daha tutarlı olacağı anlaşılır.
***
Köy Enstitülerinin kuruluş fikri nereden çıktı sorusunu sorduğumuzda, öncelikli olarak kıta Avrupa'sındaki sanayileşme hamlelerinin ardından duraklamaya giren toplumların gelişmesi için sanayileşmenin yetmediğini örneğin Almanya, İsviçre, Danimarka ve bazı İskandinav ülkelerinde bir görüş öne çıktı. Bu görüşe göre, bir toplumun çağdaşlaşması, ilerlemesi ve çok yönlü gelişmesi için "köylünün eğitilmesi" gerektiği noktasında fikir birliği oluştu. Bu düşünce, yukarıdaki iki bölümde açıkladığımız, hali pür melalini özetlemeye çalıştığımız yeni kurulan cumhuriyetimize kalan enkaz mirasın aşılması için çok doğru bir yöntem olacağı kanaati hâsıl oldu. Köylünün eğitilmesi fikri Türkiye'de de kabul görünce bunun yolu ve yönteminin "Köy Enstitüleri" olacağına karar verildi.
Özetle Köy Enstitülerinin çıkış noktası bu düşünceye dayanır.
***
Peki, bu fikrin Türkiye'deki öncüleri kimlerdi?
Edindiğim bilgiye göre "köylünün eğitilmesi" fikrini benimseyip bu işe ön ayak olanlar arasından Ahmet Tevfik, Ethem Nejat, Şemsettin Günaltay gibi isimler öne çıkıyordu.
Bilimin ve aklın rehberliğine göre (Ekinci,18), Köy Enstitülerinin kurulmasını gerektiren çok sebep vardı. Ana amaç, enkaz halindeki Anadolu'yu imar etmek, insanına insanca yaşama şartlarını öğretmekti. Bunun için de bazı temel hedefler ortaya konuldu.
Bu hedefleri üç ana başlıkta tartışmaya çalışalım.
1-Anadolu'da kapsamlı toprak reformu yapmak...
2-Ümmet olan halka millet olduğunu anlatmak dolayısıyla ulus devlet olmak...
3-Ekonomik kalkınma için tarıma dayalı sanayileşmek...
Bu büyük hedeflerin Köy Enstitüleriyle ne alakası var diyecekler olabilir!
Beklediğim bir sorudur. Böyle bir sorunun cevabı yazının ilerleyen bölümlerinde olacaktır.
***
Önce ilk temel hedefi ele alalım: Neden toprak reformu?
Kurtuluş Savaşına hazırlanırken Gazi Paşa, Anadolu insanını Kuvayı milliye şemsiyesi altında bütünleştirmek için olağan üstü gayret sarf ediyordu. Bu süreçte çok önemli bir gerçeği görüyordu, bu, Türkiye'nin sosyal gerçeği idi.
Neydi o gerçek?
Kurtuluş için "iç cephe" dediğimiz topyekûn direnme hareketinin desteklenmesinin sağlanması gerekiyordu. Anadolu halkı, yüzyıllardan beri egemen olan feodal güçlerin gölgesinde yaşıyordu! Birey olamamış bir toplum vardı. Ağalara, beylere, mirlere, şeyhlere padişah tarafından tanınan imtiyazlar durumu bu hale getirmişti. Kendi başına karar veren, davranan, iradesini kullanan bir toplum yoktu. Bunun sebebi çok derindeydi. Halkın padişahın kulu, reaya sayılması, kendi iradesini kullanma yetisini/yetkisini yok etmişti. Bireysel olarak davranma özgürlüğü elinden alınmış, iradesini kullanamıyor dolayısıyla ona göre de davranamıyordu.
Bölgesel özellikler farklı da olsa toplumun büyük bir kısmı ya bir ağaya ya bir beye ya bir şeyhe ya da bir "zorba" ya bağlıydı!..
Halkın üzerinde etkin olan bu feodal güçler (ağa, bey, mir, şeyh, şıh, aşiret reisi, melle) eğer "Millî Mücadele" ye destek veriyorsa onların himayesindeki halk da veriyordu, vermiyorsa halk da vermiyordu.
Durum bu kadar vahimdi!..
Gazi Paşa işte bu gerçeği görmüş ve ona göre çözümler bulmaya çalışıyordu.
Peki, neden böyleydi? Sebep neydi?
Toprağın yönetim şekli...
***
Osmanlı'da toprağın doğrudan kullanım hakkı halkın değil kişilerin yönetimine veriliyordu. Bunun detayları konumuzu aşacağı için girilmeyecektir. Toprak padişahın mülkü idi onu da istediğine verebiliyordu. Toprağın yönetiminde ve işletilmesinde sadece feodal güçlerin egemenliği söz konusuydu. Buna bağlı olarak ne sanayileşme ne de uluslaşmak/millet olmak mümkündü.
Peki, çare neydi?
Halkı özgürleştirmek...
Bunun için de halkın bireysel olarak karar verme ve iradesini kullanma imkânının sağlanması şarttı. Bunun için de halkın feodal güçlerin etkisinden kurtarılması gerekiyordu, çözüm yolu olarak da toprak yönetim şeklinin değiştirilmesiydi.
O halde toprak reformu şarttı. Böylece hem halkın kendisi bireyselleşecek hem ekonomik olarak güçlenecek hem de tarıma dayalı sanayileşmek mümkün olacaktı.
Sonuçta Anadolu halkı kişilerin değil, devletin egemenliğinde devletin uyruğu olacaktı.
Birey olan her vatandaşa millet/ulus olma bilinci kazandırılacak, aynı vatan toprağında, aynı bayrak altında birlikte yaşama sevinci yaşanacaktı...
Bir ülkü birliği içinde varlığı da yokluğu da beraber paylaşan; kaderi de tasayı da kıvancı da topyekûn yaşayan bir toplum yaratmak ana gaye idi.
Bunun için de feodal güçlerin mutlaka yok edilmesi, toprak yönetim sisteminin değişmesi gerekiyordu. Ağalık, beylik, mirlik, şeyhlik, aşiretçilik son bulmalıydı.
Toprağın sahibi köylünün kendisi olmalıydı. Rahmetle andığım Ecevit'in ifadesiyle "...toprak işleyenin su kullananın..." ilkesinin bilimsel kurallara dayalı olarak uygulamaya konulması gerekiyordu.
***
Peki, tüm bu feodal güçlere son verildi, sözün gelişi diyelim ki başları ezildi devlet gücüyle, ardından nasıl bir çözüm olmalıydı? Onun da cevabı vardı. Toprağı işleyecek olan köylü toprak sahibi olduktan sonra bunun ikinci ve en önemli aşaması vardı. Dağıtılan her bir toprak parçasını işleyecek köylüye rehber olacak, verimli ve kaliteli üretim/ürün almak için bilgiye, akla dayalı tarımın nasıl yapılacağını öğretecek kadroların yetiştirilmesi şarttı.
İşte bu aşamada Köy Enstitüleri devreye girecek, bu eğitim kurumlarından yetişen köy çocuğu gençler yine köylüye bilgiye ve akla dayalı üretim yöntemlerini öğretecek böylece köylü hem eğitilmiş hem de ekonomik olarak kalkınmış olacaktı.
Yetmezdi, milli bir bilinçlenme ile millet/ulus olmanın, ulus devleti yaratmanın yolu açılmış olacaktı. Köy Enstitülerinden yetişen her genç en az bir köyün halkını eğitmek, kalkındırmak ve milli bilinçlendirmek amacına hizmet edecek şekilde yetişecekti. Bu gençlerin her biri birer "eğitim neferi" olacaktı.
Sonuçta her vatandaş, bir feodal gücün kölesi değil kendisinin efendisi, vatanın ve devletinin has bireyi olacaktı. Eğitimli köylü, artık kişilere bağlı bir maraba/kul/köle değil, vatanına, bayrağına, devletine bağlı birey olacaktı.
Gazi Paşa'nın hedefe koyduğu iki önemli husus vardı.
Biri tüm yurt sathında geniş kapsamlı bir toprak reformu yapmak, diğeri de tüm kurum ve kuruluşlarıyla gerçek bir demokrasinin ülkede yerleşmesi ve yaşanmasını sağlamaktı.
Ne yazık ki Gazi Paşa'nın bu iki hedefini tam anlamıyla gerçekleştirmesi için ömrü yetmedi. Türk halkı üzgün ve kayıptaydı!
***
Köy Enstitülerinden yetişen aydınlık kafalı eğitim neferleri gittikleri köylerde halka okullarında öğrendiklerini öğretecek ve uygulamaya koyacaklardı. Tarım aletlerinin nasıl verimli kullanıldığını, kendilerinin ve hayvanlarının hastalıklardan nasıl korunduğunu, sağlıklı binaların nasıl yapıldığını, kooperatifler aracılığıyla emekleriyle elde ettikleri ürünlerinin nasıl karşılık bulduğunu/bulacağını, emeklerinin ağalara, beylere değil kendi ceplerine nasıl girdiğini gösterecekler/öğreteceklerdi.
Böylece otoritesi kırılmış feodal güçlerin yerine bireyin gücü öne çıkacaktı. Bu amaçlar gerçekleşmeye / gerçekleştirilmeye başlandı. Tüm bunlar yapılıp yenileri hedeflenirken zaman durağan değildi ilerliyordu. Köylük yerinde otoritesi kırılan feodal güçler bu kez işin ne denli aleyhlerine geliştiğinin farkındaydılar. İşte bundan sonra Köy Enstitülerine yönelik siyasal boyut devreye girdi.
Bu bağlamda Köy Enstitülerin diğer bir boyutu da gelişen siyasal gelişmelerdi. (Kara ve Şanal, 2018).
***
Köy Enstitüleri gerçeğinden hareketle siyasal boyutunu irdelemek için iki nokta öne çıkıyor ve değerlendirmeler bu iki konuda yoğunlaşıyor.
İlki, bu kurumların kuruluş amaçları ve topluma yansıma süreci...
İkincisi de 1946'da bu okulların eğitim ve öğretim programlarına yapılan müdahaleden sonraki gelişmeler...
Enstitülerin kuruluş amaç ve hedeflerine yönelik saldırılar olurken, cumhuriyete ve onun kazanımlarına da saldırılar yapılıyordu. Cumhuriyeti ve kurumlarını kötülemek için çok çeşitli yöntemler kullanıldı. Bunların başında devletin kuruluş felsefesine, cumhuriyetin kazanımlarına, cumhuriyet yasalarına karşı tavırların alınması, isyanların çıkarılması geliyordu!.. Bunun için de en geçerli araç "din" faktörü idi, o da kullanıldı.
Şeyh Sait isyanı, Ağrı 1 ve 2 isyanları, Koçgiri isyanı, en son olarak Dersim isyanı cumhuriyete, ulus devlete karşı farklı gerekçeler gösterilerek feodal güçlerin baş kaldırımdır (Demir, 1914).
Bunların temelinde toprağı işleme özgürlüğünün bireye geçmesi, her yönüyle bireyselleşme, ağanın, şeyhin, seyidin sözünün "yerde kalması" vardır.
***
İkinci süreçte gerçekleşen müdahaleler tamamen siyasi kadrolara yönelikti. İktidardaki hükümetin değişimi ile birlikte Köy Enstitülerinin kurucusu bu kurumlardaki etkin uygulamalarında rol oynayan Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel görevden alınmıştı!.. Yücel'in yerine Reşat Şemsettin Sirer getirilmişti. Başbakanlığı da Recep Peker üstlenmişti. Bu değişimin hedefinde, Köy Enstitülerinin temel felsefesini oluşturan ideolojik amaçlarını sulandırmak, saptırmak vardı. Dolayısıyla düşünce temelinde ideolojik değişmelere sebep oluyordu. Köy Enstitülerindeki bu değişimin ileri aşamalara taşınmasına neden olan bazı dış gelişmelerdi. Bu dönemde Bolşeviklerin ezelden beri olarak ta I.Çar Petro'dan beri devam eden "vasiyetname" (Demir ve Civan, 2020 ve 2021) gereğince Boğazların, Kars ve Ardahan'ın istenmesi, Köy Enstitülerinde asıl değişimin yapılmasını tetiklemiştir.
Günün siyasi otoritesinden Sovyetlerle çatışmaya girmemek için, Sovyetlerin düşmanı olmadıklarını göstermek, Sovyetlerin de Türkiye'ye yönelik bir düşmanlık beslenmemesi gerektiği diplomatik yollarla anlatılmaya çalışıldı.
Siyasi irade Sovyetlere yönelik bir jest anlamına gelebilecek bir eylem gerçekleştirdi. İktidardaki CHP hükümeti, bu jesti Sovyet ideolojisi ile bir düşmanlıklarının olmadığı anlamına gelen bir eylem şeklinde planladı.
Jestin özü, "Köy Enstitülerinde sol görüşün gelişmesini sağlamak" şeklinde bir öneri konuşulmaya başlandı. Bunun için de bir okulun örnek/model seçilmesi gerekiyordu. "Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü" bu iş için uygundu. Yapılan işlem, okulun kütüphanesinde sol görüşlü yayınların sergilenmesiydi. Gerçekten de her geçen gün okulda "sol" görüşleri içeren yayınların sayısı artmaya başladı.
***
Bu eylemlerden sonra muhalefetten, dinci çevrelerden, feodal güçlerden, özellikle ağalardan tepkiler yağmaya başladı. "Köy Enstitüleri Komünist yetiştiriyor!" dedikoduları yayıldı. Bu kurumlar için "karalama kampanyaları" düzenlendi.
Erkek-kız bir arada okuyor diye "ahlaksızlıkların" yaşandığı, bunun dinen "günah" olduğu, hatta okulların "fuhuş yuvası" olduğu yönünde inanılmaz yalanlar yayıldı. Çok yönlü baskılar CHP iktidarını sıkıştırdı. Hükümet değişikliği, Hasan Ali Yücel'in görevden alınması ile gelişen olumsuzluklar siyasi iktidarı da politik sıkıntılara sokuyordu.
CHP iktidarı, kendi kurmuş olduğu Köy Enstitülerinin kolunu kanadını budamış başlangıçtaki amaçlarından sapılmasına farklı bir yöne çekilmesine neden olmuştur. Köy Enstitülerin kuruluşunu yapan da CHP, amaçlarından sapmasına sebep olan da CHP iktidarlarıydı.
***
Bir yandan Sovyet tehdidi devam ederken Türkiye'yi kontrolüne almak için hazırda bekleyen ABD 1946'dan sonra Türkiye'ye yönelik hamlelerini çeşitlendirerek baskıya devam etti. Bu ABD yakınlaşması hayra alamet değildi, lakin CHP iktidarı iki süper avcı (güç) arasında avlanmaya hazır bir "av" konumundaydı.
CHP iktidarı bir tercih yaptı; hem Sovyet tehdidine karşı önlem almak hem de Türkiye'nin yönünü demokrasiye (batıya) çevirmek için Köy Enstitülerini "kurban" seçti. Enstitülerin kapatılması yönündeki ABD'nin nasıl bir sıkı diplomasi yürüttüklerini ve çeşitli yöntemlerle nasıl baskı yaptıklarını arşivlerden her kes araştırabilir.
CHP iktidarı Köy Enstitülerini, tamamen amaçlarının dışına iterek farklı bir yön verdi. Önce iaşe, donatım, imar ve temel giderler için gerekli olan ödeneklerini kesti, eğitim ve öğretim programlarında radikal değişiklikler yaptı, sonuç olarak kanadı kesilmiş kuşa çevirdi Köy Enstitülerini.
Bunun anlamı şuydu Köy Enstitülerinin "idam fermanı" CHP iktidarı tarafından imzalanmıştı. 1952'de gelen Demokrat Parti (DP) iktidarı sadece infazını gerçekleştirmiştir (Ekinci,2018). Kendisi de bir toprak ağası olan Menderes'in de işine geliyordu, böyle bir infazı yapmak, dolayısıyla toprak reformu da rafa kaldırıldı. İş bu kadar nettir.
Birileri Köy Enstitülerinin Menderes iktidarı tarafından kapatıldığını söylese de doğru değildir, Menderes sadece CHP tarafından tabutu hazırlanan bu kurumların cenaze tabutuna çivi çakıp gömmüştür.
***
Yurt sathına serpiştirilmiş her bir Köy Enstitüsünün kendine özgü güzel binaları vardır. Bunların bir kısmı usta öğretmenlerin gözetiminde bizzat öğrenciler tarafından yapılmıştır. Örneğin Hasanoğlan, Pamukpınar, Düziçi, Akçadağ, Aksu Köy Enstitülerindeki bazı binalarda olduğu gibi...
Bunlardan bir tanesini ele alalım: Hasanoğlan Köy Enstitüsünün ana giriş kapısındaki "tak" şeklindeki cümle giriş kapısı da öğrenciler tarafından imal edilerek yerleştirilmiştir.
Bazı enstitü binaları da tarihi bir geçmişe sahiptir, örneğin Kızılçullu Köy Enstitüsü binası bunlardan bir tanesidir.
Bu binalar bir bakıma bu eğitim kurumlarının hafızası konumundadır. Ankara Büyük Şehir Belediyesi'nin, Hasanoğlan Köy Enstitüsü binalarını ve içerisindeki maddi varlıklarını kapsayan bir "anı müzesi" yapma girişimi takdirle karşılandı. Bu güzel haberi basından öğrendim. Fakat diğer tarihi bir kimliğe sahip Kızılçullu Köy Enstitüsü binası ile ilgili de bir eylem planının duyurulmasını beklemekteyim.
***
Kızılçullu Köy Enstitüsü binasının ilginç bir hikâyesi var. 19.yy'da Osmanlı Devletine yönelik iç dinamiklerin harekete geçirilmesi planları gereğince Anadolu'da farklı devletlerin ismiyle anılan kolejler ve misyoner okulları açıldı. Bunların sayısı oldukça yaygındı, bir kısmı Amerikan, bir kısmı da Fransız ya da başka bir ülkenin ismini/damgasını taşıyordu.
Kızılçullu Köy Enstitüsü binası da işte o kolejlerden birinin binasıydı. Çoğunlukla din ve kültür misyonerlerinin görev alıp eğitim verdiği kolej çoğunluktaydı. Kızılçullu Köy Enstitüsü binası, Amerikalılar tarafından 1890'da kurulmuş bir kolejin yeni binasıdır. Binanın yapılış hikâyesi özetle şöyledir: Günümüzde Şirinyer’deki "Vecihi Akın Kışlası" içinde yer alan eski "Amerikan Koleji" ya da "Kızılçullu Köy Enstitüsü" binasının geçmişiyle ilgili belgesel olacak çok fazla doküman ve bilgi mevcuttur. İlgi bekliyor.
Binanın bulunduğu arazi 1890 yılında eğitimci bir Amerikalı olan "Alexander MacLachlan" tarafından satın alınmış ve Basmahanedeki esas okul binası ihtiyaca cevap vermediği için kolejin yeni binası olarak inşa edilmiştir. İnşası bitince eski adıyla "Amerikan Koleji" bu binada eğitime 1912 yılında başlamış...
Bu kolejin benzerleri Harput'ta, Tarsus'ta, Şebinkarahisar'da, Urfa'da, Erzurum'da, Kayseri-Talas'ta, İstanbul'da da vardı... Bu okulların öğrencileri genellikle gayrimüslim ve çoğunluğu Ermeni kökenli halkın çocuklarıydı. Bu etnik pozitif ayırımcılık planlı bir amacın gereği idi (Demir, 2015a,b)
Birinci Dünya Savaşı'nın oluşturduğu şartların zorunlu kıldığı 1915 Ermeni tehciri nedeniyle bu okulların öğrenci sayısının azalması, çoğu misyonerlik yapan öğretmenlerinin ayrılması eğitim faaliyetlerine devam edemediler.
Kızılçullu Köy Enstitüsü binası da haliyle başka amaçlar için kullanılmaya başlandı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bina eğitim dışı işler için kullanıldı,1918 yılından itibaren esir değişim merkezi olarak görev yaptı bu bina. Nitekim savaş sonrasında Osmanlı ve İngiliz Devletleri arasında yapılan esir değişimi sırasında bu bina yaklaşık 2000 İngiliz esire ev sahipliği yaptı...
Dolayısıyla savaş süresince ve sonrasında bu bina "esir toplama ve değişim merkezi" olarak kullanıldı. Türk-İngiliz esirlerinin bir kısmı buradan değiştirilirken binanın geçmişi ve özgünlüğü dikkate alınarak "evrensel" bir kimlik kazandırılmaya çalışıldı...
***
Bina Amerikan Koleji olarak kullanılırken Adnan Menderes de büyük çaplı toprak sahibi bir "ağanın çocuğu" olarak bu binada okuyordu. Diğer bir ifade ile Adnan Menderes adı ile Kızılçullu Köy Enstitüsü binası arasında organik bir bağ vardır.
***
Gazi Paşa'nın yabancı orijinli bu kolejlerin ülke aleyhine nasıl bir faaliyet içinde olduklarını biliyordu. Daha çok misyonerlik faaliyetlerinin yapıldığı ve Ermeni isyancı siyasi örgütlere eleman yetiştirme amaçlı çalışmalar yapıldığını, dolayısıyla birçok yabancı kolejin, düşmanı yurttan temizlediği gibi temizlenmesi gerektiğini ve bu yönündeki baskılı iradesinin sonucu diğer yabancı kolejler gibi bu kolej de 1935'de kapandı.
Büyük önderin imzasını taşıyan bir kararla bina arazisiyle birlikte 1937 yılında satın alındı.
İşte o tarihten sonra eski adıyla "Amerikan Koleji" adını taşıyan okul binası, 1937 yılında önce "öğretmen yetiştirme kursu merkezi" sonra ilk açılan dört Köy Enstitüsünden biri olarak "Kızılçullu Köy Enstitüsü" adıyla hizmet vermeye başladı.
***
1946'da başlamak üzere altı oyulan Köy Enstitülerine yönelik zamanın iktidarı CHP'nin yaptığı kötülükleri 1952'de iktidara gelen Demokrat Parti biraz daha ileri götürerek tamamladı.
Başbakan Adnan Menderes, gençlik yıllarının geçtiği eski Amerikan Koleji binasını, o günkü Kızılçullu Köy Enstitüsü binasını başka amaçlar için kullandırdı. Türkiye NATO'ya girdikten sonra Adnan Menderes imzasıyla bu okul binası NATO kullanımına tahsis edildi.
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in de ziyaret ettiği Kızılçullu Köy Enstitüsü binası çevredeki arazisiyle birlikte bugün hâlâ NATO karargâhı olarak kullanılmaktadır.
Gazi Paşa'nın imzasıyla satın alınmasına ve önündeki direğine sadece Türk bayrağını çektirmesine karşın, Türkiye'nin NATO üyesi olmasıyla bina NATO emrine verilerek Gazi Paşa'nın hatırasına saygısızlık yapıldı ve direklerde Türk Bayrağının yanı sıra ABD Bayrağıyla birlikte diğer yabancı ülkelerin bayrakları de dalgalanıyor!...
Menderes, Gazi Paşa'nın özellikle satın alınmasına karar verdiği bu özgün mimarisiyle tarihi binada yabancı bayrak görmek istemediği hassasiyetine maalesef duyarlı olmamıştı!..
Burada akıllara takılan sorular var; Amerikan kolejinde eğitim görmenin bir vefa borcunu ödeme arzusunun sonucu olarak mı bu tarihi bina NATO'nun hizmetine tahsis edildi?
Misyonerlik, bir dini ya da bir kültürü yaymak ve ona hizmet etmek olduğuna göre yabancı kültürlere ister doğrudan ister dolaylı olarak hizmet edenler de bir nevi "misyonerlik" faaliyetlerine katkı vermiş sayılmaz mı? Bu bağlamda, Osmanlı ülkesindeki Fransız ve Amerikan kolejleri olmak üzere diğer yabancı okullar ile Osmanlı Devletinin yetkilileri arasında bir bağ kurulabilir mi? Tartışmaya açık sorular...
***
Köy Enstitüleri ile ilgili yazılacak pek çok şeyin olduğu bilincinde olarak bu seri yazımızı tamamlamış oluyoruz. Şimdi yapılması gereken, Kızılçullu Köy Enstitüsü binasının "eğitim müzesi" haline dönüştürülmesi ve Gazi Paşa'nın hatırasına binaen orada sadece Türk bayrağının dalgalanmasının sağlanmasıdır.
Bunu yapabilecek uygar düşünceli bir siyasi erkin devletimizi idare edecek günü bekliyorum.
Sevgiyle esen kalınız.
Prof. Dr. Ramazan Demir (Çapa Yüksek Öğretmen Okulu, 1964-65 -İlk Hazırlık Sınıfı- Şube: C, 23 Nisan 2021)
Kaynaklar:
Demir, R. ve Civan, Ö.: Kuzey Kafkasya'da Türk İzleri. Palme Yayıncılık, 2020..
Demir, R. ve Civan, Ö.: İdil Ural Türkleri. Palme Yayıncılık, 2021..
Demir, R.: Feodalizmin Devlete İsyanı, Dersim Olayları. Palme Yayıncılık, Ankara, 1914.
Demir, R.: Teker İzinde Ötüken, İzmir, 2015
Ekinci, N.: Sanayileşme ve Uluslaşma Sürecinde Toprak Reformundan Köy Enstitülerine Türkiye. Kültür Bakanlığı Yayını.2018.
Kara, C., Şanal, M ve diğ. Türk Eğitim Tarihi. Pegem Akademik Yayıncılık, 2019.
Ortaylı, İ.: Türk Tarih Dersleri (Söyleşiler), 2021.